DUVARLAR- Can Candan- 1991

Yeni İnsan Ruhunun İcadı


Can Candan’ın Duvarlar belgeseli Simone Weile’ dan şu alıntıyla başlıyor: “To be rooted, is perhaps the most important and the least recognized need of the human soul.” (Kök salmak insan ruhunun belki de en önemli ve en az önemsenen ihtiyacıdır.) Oysa geçtiğimiz yüzyıl her şeyi sarstığı ve sorgulattığı gibi insanın aidiyet duygusunu da sarstı ve sorgulattı. Dünya artık nereye kök salacağını bilemeyen insanlarla dolu: Göçmenler, mülteciler, doğulu batılılar, ruhunu doğduğu ülkeye ait hissetmeyenler…

Duvarlar belgeseli Berlin Duvarının yıkıldığı dönemi inceliyor. Ancak konu ne Sovyetler Birliği ne de Almanya’nın kutlu birleşimi; konu, yıkılamayan duvarlar. 1989’da Berlin Duvarının yıkılmasıyla Almanya’nın gündemi tamamen değişiyor ve neredeyse 20 senedir Almanya’da yaşayan Türkiyeli işçilerin sorunları iyice görünmez hala geliyor. Yoğun göç alan bütün ülkelerde olduğu gibi Türkiyeliler nefret söylemlerinin ve ırkçılığın odağındalar. Duvarın yıkılmasıyla Doğu Berlinliler izole adalarından çıkarak Berlin’deki göçmen işçilerle karşılaşıyorlar. Doğu Berlinliler harıl harıl iş ararken Türkiyeliler hiçbir Almanın yapmayacağı, güvencesiz işleri yaparak Almanların işlerini elinden alıyor. Politikacılar oluşan öfkeyi körüklüyor tabii ki. Dazlaklar göçmenlere saldırılar düzenlerken polis seyrediyor. Bu dönemde Türkiyeliler arasında sonlarının “Yahudiler gibi” olacağı tartışmaları sürerken Alman politikacılar “Türkleri göndereceğiz.” yarışına giriyor. Can Candan belgeselin başında şöyle sormuştu: “Merak ediyorum, insan ne zaman kendini artık yabancı hissetmiyor.” Belki asıl soru insanın kendini ne zaman yabancı hissetmeye başladığıdır.

Can Candan Duvarlar belgeselini çekeli 30 seneyi aşkın zaman geçti. Türkiye’den göçenler hala Almanya’da. Şimdi Dünya yeni ve çok daha büyük bir göç dalgasıyla karşı karşıya. Başta Suriye olmak üzere Afganistan’dan, İran’dan, Irak’tan milyonlarca insan Avrupa’ya doğru göç ediyor. 2011 senesinde Suriye iç savaşıyla başlayan bu göç dalgası için toplama kampı olarak Türkiye seçildi. Türkiye hükümeti göçmenleri Avrupa’ya karşı kullanılacak bir silah olarak görürken Avrupa Birliği iki yüzlü göçmen politikalarını sürdürdü. Avrupa Türkiye’ye sınırlarını kapalı tutması için fonlar aktardı, Türkiye göçmenlere “geçici koruma” denen, güvencesiz bir statü verdi. Böylece Türkiye halkları ve Türkiye’deki göçmenler için oldukça zorlu bir 12 seneyi geride bıraktık.  Bu süreçte Dünya’nın her yerinde göçmenlere karşı nefret yükselişe geçti. “Suriyeliler işimizi elimizden alıyorlar.”, “Suriyeliler giderse Türkiye’nin ekonomisi düzelecek.”, “Bütün Suriyelileri göndereceğiz.” sloganları herkesin diline dolandı. Tıpkı 90’larda Almanya’da olduğu gibi Türkiye’de de politikacılar nefret suçuna varan söylemlere yöneldi. Bütün politik programını “Suriyelileri göndermek” üzerine kuran partiler türedi. Fakat daha kötüsü bu partilerin söylemlerini merkez sol partiler, hatta ana muhalefet partisi dahi kullanmaya başladı. Peki göçmenler ülkelerine geri gönderilecek mi?

Tarih bize gösteriyor ki göç, insanların kimlikleri üzerinde kalıcı etkiler bırakıyor. İnsan köklerinden bir kere uzaklaştı mı kimliği şekil değiştiriyor ve geldiği yere dahi ait olmayan, her yere yabancı bir kimlik doğuyor. Artık Amin Maalouf’ a kulak vermenin zamanı geldi: “Kimliğe dair yeni bir tutuma ihtiyacımız var. Bileşik kimliklere sahip kişilere meşruiyet sağlamamız gerekiyor. Çünkü insanları, sürekli nereye ait olduklarını seçmeye zorlayan bir dünyada yaşıyoruz.” Bu zorlama nefreti, savaşları, kavgaları doğurmuş tarih boyunca. Ama göçmenler geri dönmemiş. Köklerin birbirine dolandığı, birbirini çekiştirdiği, yıprattığı, kopardığı bu dünya; ayaklarımızın altında zangır zangır titriyor. Devam edebilmek için tek çaremiz, yeryüzünün her köşesine kök salacak yeni insan ruhunun icadı.

Konuk Yazar: Nisan ÖZCAN

 

 

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir