Sinema sektöründe çalışmaya 1993 yılında bir filmin montaj asistanlığını yaparak başladım. Mehmet Eryılmaz’ın 35 mm çektiği Seviyorum Ergo Sum isimli kısa filmdi. 35 mm film bantlayan son kuşağım muhtemel.
Asistanlık yaptığım yıllarda, sinema ile ilişkim, her haline ayrı meftun, bütünlüklü ve istikrarlıydı. Sadece film setlerinin değil, kurgu odalarının da müptelasıydım. Bir hikâyenin senaryo aşamasından gösterime uzanan yolculuğunda her bir durağını ayrı ayrı keyifli buluyordum. Ben sinemayı seviyordum o da beni seviyordu. Bu aşkı reji asistanı, yapım asistanı vs. yani herhangi bir yan rolde ömrümün sonuna kadar şevkle sürdürebilirdim.
Ama yönetmen olarak sette bulunmak aynı keyfi vermiyordu. Kısa film, belgesel ya da sinema filmi olsun fark etmez, bendeki etkisi aynıydı. Sanki sürekli biri ayağıma çelme takıyor gibi hissediyordum. Bir kötürümlük, kekemelik, tutukluk hali… Bunu bazen işin yoruculuğuna bazen ekiplerin kalabalığına bazen bu işe uygun olmadığını düşündüğüm mizacıma veriyordum. Asistanlık daha az sorumluluk gerektirdiği için rahat ettiğimi düşünüyordum. İş yükü anlamında söylemiyorum. Filmin başarısızlığından siz sorumlu olmuyordunuz mesela. Bunların hepsi bir parça doğruydu şüphesiz. Ama yaşadığım huzursuzluğun sinema dilini bilmemekten kaynaklanıyor olabileceği hiç aklıma gelmiyordu. Sinemayı bildiğimi düşünüyordum. Onca yıl üniversitede okumuş onca yıl setlerde çalışmıştım ben bilmeyecektim kim bilecekti. Ama işte masa başında yazdığım bütün duygular, düşünceler kameradan baktığımda gücünü kaybediyor solup gidiyordu. Bazen beklenmedik bir şekilde sürpriz yaptığı, o büyüleyici yüzünü gösterdiği de oluyordu. Ama temel sorunum değişmiyordu. Senaryo ile görselleştirme arasında istikrarlı bir bağ kuramıyor, görüntüyü kontrolüm altına alamıyordum.
İlker Canikligil “Digital video ile sinema” kitabının girişinde, kamera veya teknik dediğin iki aylık kursta öğrenilir diyenleri haklı olarak eleştirir.
Ben de eskiden aynı şeyi söylerdim. Biraz daha şuurluydum belki, daha fazla süre verir, sinemanın tekniği altı ayda öğrenilir derdim.
Okulda öğrendiğim teknik bilginin yeterli olduğunu düşünüyordum. Objektifleri, ışığı, çerçeve düzenlemeyi altı ayda öğrenmiştim işte. Görüntü yönetmenine de nasıl bir kadraj, nasıl bir duygu istediğimi söyleyince ortaya iyice bir şey çıkıyordu. Ama kendimi biri ensemden tutuyor, yürümemi engelliyor hissinden kurtaramıyordum.
Bugün fark ediyorum ki film çekiyorum diye yaptığım giriş düzeyinde bildiğim bir dilde akademik tez yazmaya çalışmaktı. Yıllarca sektörde rahat rahat dolanmanın tek sebebi pek çok meslektaşımın benden fazla bir şey bilmiyor oluşuydu.
“Ne yazık ki dünyadaki genel eğilim sinema okullarındakinden farklı değil. İnsanlar ikiye ayrılıyor: Düğmelere basıp başka hiçbir şeyle ilgilenmeyen pratikçiler ve düğmelerden ölesiye korkarak uzak durup, düğmelere basanları aşağı gören teorisyenler. Oysa pratiğin teorisi de mümkündür. Sinema tarihi sadece sosyolojinin, sanat tarihinin, felsefenin değil aynı zamanda kameraların da tarihidir.”[1]
Benim sorunum bir şeyi anlatabilmekle estetize etmek arasındaki farkı görememekti. Mesele filme katalog güzelliği katmak değildi. Mesele duyguları doğru görselleştirmekti.
Kısacası görsel anlatı ile biçimcilik tehlikesi arasındaki gerilim beni yanlış bir düşünceye sevk etmişti. İçerik değil de estetik haz peşinde koşan filmleri eleştirirken sinema dilinin olanaklarını kaçırdığımı fark etmiyordum. Olanakları kaçırmak fazla zarif bir tabir kalıyor, anlatı kurma becerimi geliştiremiyordum.
Bu yazı dizisini sinema ile yaşadığım aşkın ikinci baharı gibi düşünün.
Bu ikinci baharıma Gustavo Mercado’nun önerisiyle objektifler konusuyla başlayacağım.
Gustavo Mercado “sinemacının gözü objektifin dili” isimli kitabında video teknolojisindeki gelişmelerin sinemacıların sinemasal görüntüler elde etmesini nasıl kolay ve ucuz bir hale getirdiğini övgüyle anlatır. Ama ardından eklemeden edemez:
“ 2008 yılında video kayıt yapabilen ilk tek objektifli aynalı sayısal fotoğraf makinası Nikon D90, tüketici sınıfı videoda yeni bir dönemin yolunu açtı ve değişir objektifli sayısal fotoğraf makinası (DSLR) devrimini başlattı. Ardından tam yüksek seçiklikli (full HD) 1080p kayıt yapabilen Canon 5D Mark II piyasaya çıktı, hemen hemen sayısal video biçiminin tüm sorunları ele alındı ve ilk kez amatör sinemacılar o güne dek hiç olmadığı kadar film benzeri çekimler yapabildiler. Sayısal video devrimi sonunda vaadini yerine getirmişti.
Gene de değişir objektifli sayısal fotoğraf makinası devriminin hak ettiği kadar dikkat çekmeyen bir yanı önemliydi çünkü sinemaya özgü görünümlü görüntülerin oluşturulmasındaki etkisi büyüktü: Video çekebilen değişir objektifli sayısalların kullanıma sunuşuyla, tıpkı sinemanın başlangıcından beri profesyonellerin yaptığı gibi amatör sinemacılar da sonunda objektif değiştirebiliyorlardı… değişir objektifli sayısal devrimi sona erebilir ama sağladığı objektif devrimi daha yeni başlıyor… Yeni bir neslin, etkileyici sinemasal görüntü yaratımında objektifin gücünü keşfetmeye başladığı bu günler kadar sinema yapmak için heyecan duyulan bir dönem hiç olmamıştı.”[2]
[1] İlker Canikligil, Digital Video ile Sinema, Alfa Yayınları, sf:9
[2] Gustavo Mercado, Objektifin Dili, Hil yayınları, 2019, sf:4-5