Ahmet Uluçay’la ilk karşılaştığımda Eskişehir’de sinema eğitimi gören bir üniversite öğrencisiydim. Okulun video salonunda tek başıma seyretmiştim “İnci Deniz Dibinde”yi. Uluçay’ın gördüğüm ilk filmiydi ve bir gölge cin neşeli adımlarla uyuyan bir çocuğa doğru yaklaşıyordu. Kötü bir VHS kamerayla çekilmiş, acemice kurgulanmış ama ancak keskin bir matematik zekâsının üretebileceği grenli görüntüleri hayretle seyretmeye başladım. Küçük cin gelip uyuyan çocuğun saçını çekeledi. Çocuk sıkıntıyla yüzünü buruşturdu ama uyanmadı. Sonra ilahi eşliğinde sağa sola ritmik bir şekilde sallanan Mevleviler belirdi ekranda. Mumlar da zikir yaparak Mevlevilere eşlik ediyor, gölgeler büyüyor, tabiat dile geliyor, kan tazeleyen sinema keyifle soluk alıyordu. O günkü derste bir film öyküsü için neler gerektiğini anlatmıştı hoca: Neden sonuç ilişkisi, zaman mekan ilişkisi, kurguda süreklilik. Önümde insanlığın ortak bilinçaltı bir şölen eşliğinde yeryüzüne yükselirken, sinemasalın bütün kurallarının canına okunuyor ve ben keyifli mi, çocuksu mu, ürkütücü mü olduğunu kestiremediğim bir dünyanın içine çekiliyordum. Uyuyan çocuğun zihninin karanlık dehlizlerinde dolaştırıldığımı sanırken yatağın kenarında dantel işleyen ablanın dönüp cini azarlamasıyla o dünyadan alınıp, buralara benzeyen ama canlı cansız bütün varlıklarının her an aramıza katılmak için sıra beklediği güvenilmez bir gezegene gönderildim. En son bir dergi parçasında gördüğüm Salvador Dali gözlerini oynatmaya başladığında ben çoktan Kütahya’nın tepecik köyüne doğru yola çıkmıştım. Sonrasında pek çok sinemacı, edebiyatçı, şair ve oyuncu arkadaşımızın yapacağı gibi…
Bir arkadaşımla birlikte gitmiştik köydeki evlerine. Uzaklarda bile köyü olmayan şehirli bir kadın olarak her şey gözüme heyecan verici gözüküyordu. Yıkık dökük terk edilmeye başlanmış eski evler, kapı önlerindeki kadınlar, bizi hoş geldiniz diye karşılayan tanımadığımız yaşlı adamlar, utangaç bakışlı çocuklar, sadece erkeklerin girebildiği çay bahçesi, dar sokaklar, zamanın durmuşluğu… Bir şehirlinin ruhunu okşayacak her türlü oryantal malzeme vardı burada. Ama Ahmet Uluçay… Ne bekliyordum tam bilmiyorum. Köylü sinemacı deyip durdukları için biraz daha ürkek birini bekliyor olabilirim. Oysa gençti. Tevellütle ilgili bir şey değil. Kafasında öyle acayip hikâyeler vardı ki hiçbir zaman tam bir yetişkin olması mümkün değildi. Özgüveni tamdı. O güne kadar 6 kısa film çekmişti, bir sürü ödülü haklı bir ünü vardı ve bu işi çok iyi yaptığını, artık bizim onayımıza, beğenimize ihtiyacı olmadığını biliyordu. Sürekli konuşuyor, keyif içinde uçan kuştan böceğe, sinemadan felsefeye, edebiyattan politikaya anlattıkça anlatıyordu. Söyleyecek çok şeyi ve bunları dile getirirken kullandığı leziz bir Türkçesi vardı. Şehirliler olarak onu kolayca bağrımıza basabileceğimiz fırsat vermiyordu elimize. Zeki, yetenekli, entelektüeldi ve artık mavrasını geçiyor, varlığının tadını çıkarıyordu. Aslında o yıllarda beyninden başlayacak ve zaman içinde bütün vücudunu ele geçirecek tümörün varlığı tespit edilmişti. Ama tümörüyle bile gurur duyan neşeli bir hali vardı. “Dostoyevski’de de varmış aynı hastalıktan derdi. Dahi hastalığı” Tanrının ona böyle bir yetenek ve hayal gücü verdikten sonra film çekmeye fırsat vermeyeceğine inanmıyordu sanırım. Doğrusu ben de hala anlamakta zorluk çekiyorum
Ahmet Uluçay’la teşrik-i mesaimiz kısa filmleriyle başladı. Bir film çekiyorum yardımcıya ihtiyacım var demişti. O sırada okuldan yeni mezun olmuştum. Kanal D’nin haber merkezinde çalışıyordum. Kimilerine tuhaf gelebilir ama o gün işi bıraktım. Annem bin bir torpille sokmuştu beni oraya. Ama bir Ahmet Uluçay da kolay bulunmuyordu işte. Ertesi gün Kütahya’ya giden otobüsteydim. Ne çekeceğiz diye sormamıştım. Tahmin ettiğim gibi ortada yazılı bir şey yoktu zaten. Çektiği o acayip filmleri söze dökmek mümkün değildi. Şeytanları kovalayacaktık onu biliyordum sadece. [1]Ama ben onun kafasının içinde yaşamıyordum. Eğer ona yardımcı olacaksam rüyalarını, kafasındaki o eşsiz imgeleri ve resimleri tanımlamam gerekiyordu. İlk başlarda ağzından çıkan her şeyi not etmeye, kafasındaki hikâyenin akışını görmeye çalıştım. Sonra nasıl uzaklaştım bu kağıt kalem işinden hatırlamıyorum. Günler geçtikçe Ahmet’in ve köylülerin o tuhaf döngüsüne kapılmış olmalıyım. Büyük şehrin ve eğitim bakanlığının sıkı tedrisatından geçmiş biri olarak ilk günlerde her şeyi disipline etmeye, kontrol altında tutmaya çalışmıştım. Ama zaman ilerledikçe inceldim ve eşyanın tabiatına uyumlu bir insan haline geldim. Öğlene doğru canımızın istediği bir saatte uyanır, kahvaltıdan sonra bütün gün dolaşırdık. Bozkırlar boyunca yürüdüğümüzü, çocukluk arkadaşı çobanlarla dağ başlarında sohbet ettiğimizi, eğer yolda kamyoncu arkadaşlarına rastlarsak zar zor tırmandığım araçlarıyla uzak köylere gittiğimizi, tatlı tatlı yağmur yağarken köy kahvelerinde çay içtiğimizi ve paketlerce sigara bitirdiğimizi hatırlarım. “Komşuluğumuz,” demişti bir keresinde gülerek “ yani bizi etrafında toplayan kül tablası.”
Bu arada film mi ne oluyordu? Ahmet’in gündüz pek işi olmazdı kamerayla, sinemayla. Sanki geceyi, gölgelerin keskinleşmesini beklerdi harekete geçmek için. Akşam yemeğinden sonra girerdik atölyem dediği evin altındaki deposuna. Exorcise filmi için kerelerce ayakkabı yürüttük orada, oyuncak bebekleri yaktık, komşusu ve adaşı oyuncu Ahmet’e günlerce dua ezberletmeye çalıştık. Sonra kapı önlerine çıkıp ağaçları savurması için rüzgarları bekledik. O sırada neyi niye çektiğimizi tam olarak takip edemiyordum. Ama artık bir önemi de yoktu. Emin olduğum tek şey her gece Anadolu’nun ücra bir köyünden Melies’e, Cocteau’ya, Delluc’a ve sinemanın diğer tutkulu çocuklarına selam çaktığımızdı. Bir keresinde “Eğer Lumiere kardeşler icat etmeseydi ben sinemayı burada icat ederdim zaten” demişti. Onu o atölyede gören hiç kimse bu lafa gülüp geçemezdi.
Onunla çalıştığım dönemin en sıkıcı ve tahammül edilmez haftaları peşimizde otuz kişilik ekibin dolaştığı “karpuz kabuğundan gemiler yapmak” isimli filminin seti olmuştur. Kendisinin de pek çok röportajında belirttiği gibi hiç film seti görmemiş ve görmek için de en küçük bir çaba göstermemiş bir adamdı. Yapımcının neden bu insanları peşimize taktığını anlamakta zorluk çekiyordu. Hikaye onun kafasında tıkır tıkır akar rahatça soluk alıp verirken, insanların neden bu kadar gerildiğini, neden sürekli burnuna çekim takvimi dayadıklarını anlayamıyordu. Ben anlıyordum. Uzun metraj film çekmek kısa film çekmeye benzemiyordu. Kimsenin o kadar ne zamanı ne de parası vardı. Eğer Ahmet de birinci lige çıkmak istiyorsa tornadan geçme vakti gelmişti.
Ahmet Uluçay’la ilgili çok şey yazılıp çizildi. İçinde yaşadığı koşullarda yaptığı filmlerin nasıl mucizevi yapıtlar olduğundan sıkça söz edildi. Oysa ben ilk 35 yılını sinema yapmadan nasıl geçirdiğine şaştım hep. Kamyon şoförlüğü ve yumurtacılık yaptığı yıllarda kafasındaki hikâyelerle çıldırmadan nasıl yaşadığını merak ettim. Yoksa öyle bir yetenekti ki ondaki ne köylülüğünün ne meteliksizliğinin ona engel olabilmesi mümkün değildi.
Ama belki de yanılıyorumdur. Mektuplaşmalarımızın birinde “hayat mı sanat mı?” diye sormuşum ona. Şöyle cevap vermiş: “Seçme şansım olsaydı, ben hayatı seçerdim. Şaşırttım mı seni? Yalnız güvenilir dostluklar, gülücükler, sevgilerle sanat eseri gibi bezenmiş bir hayatı seçerdim. Yalnızca içinde hiç korku olmasın, hastalık olmasın, ameliyatlar olmasın. Sinemayı hangi allahın cezası yaparsa yapsın. Ne yazık ki tercihim bana sorulmadı. Şimdi “ikisi de…” diyorum. Ne kadar aç gözlüyüm, görüyorsun”
Şimdi düşünüyorum da belki Ahmet sinemaya şık bir kül tablası muamelesi yapmış, sadece eşini dostunu etrafına toplamak istemişti. Mekanı cennet olsun, umarım hakkını vermişizdir.
NOT: Bu yazının daha geniş bir versiyonu 2010 yılında KARGA dergisinde yayınlanmıştır.
[1] 2000 yılında çektiği EXORCİSE isimli kısa filmi.