Tüm çocukluğum ve ilk gençliğim İstanbul’da Anadolu yakasında geçti. Ama ruhum Kadıköy’de hiç huzur bulamadı. Liseden mezun olduğum o yaz, Beyoğlu’ nu da keşfetmeye başladığım yıllardı. Beyoğlu sokaklarında aylak aylak dolaşırken kendimi özüme, doğal ortamıma dönmüş gibi hissediyordum. Bir süre sonra gezip tozmak için bol bol vaktim olacağı ortaya çıktı. Üniversite sınavını kazanamamıştım. Zaten başarılı bir öğrencilik kariyerim olmadığı için bu duruma ne ben ne ailem şaşırmamıştık.
Her zaman benden daha iyi bir öğrenci olmuş olan ablam (Şebnem Vitrinel) o dönem üniversiteyi bitirmiş, Beyoğlu’nda bir reklam ajansında çalışmaya başlamıştı. Ajansın sahibi o sıralar daha çok belgesel film yönetmeni olarak anılan Mehmet Eryılmaz’dı. İlk sinema filmi Hazan’ı çekmesine daha yıllar vardı. Sohbet nasıl gelişmiş, ne vesileyle ismim geçmiş olmalı bilmiyorum. Muhtemelen annem ve ablam o yıl boş boş ortalarda dolanmayım, oyalanacak bir şeyler olsun diye önayak oldular Eryılmaz’la çalışmama. Hani erkek çocukları hayatı öğrensin, serseri olmasın diye tamirciye çırak verilir, onun gibi bir şey.
Mehmet Eryılmaz reklam işlerinin yanı sıra belgesel filmler ve kısa filmler çekiyordu. Biz tanıştığımızda Seviyorum Ergo Sum isimli kısa filminin çekimlerini yeni bitirmişti. Sektörde çalışmaya 35 mm çekilmiş bu kısa filmin kurgusunda başladım. İşim çay taşımak ve kesilen film parçalarını numaralandırıp bantlamaktı. “Tek ağaç görüntüsü” nerede derdi Eryılmaz ya da “kayalara çarpan dalgalar”… Ben de küçük rulolar haline getirip numaralandırdığım filmlerden birini ona uzatırdım. Bir süre sonra notlara bakmadan hangi görüntü hangi numarada bulur olmuştum. Hayatı böyle kare kare izlemek, bantlayıp bir araya getirmek ve aynı imgeyi tekrar, tekrar ve tekrar izlemek bana büyüleyici gelmişti.
Seviyorum Ergo Sum’un oyuncusu Nuri Bilge Ceylan’dır. Mehmet Eryılmaz’la yakın arkadaştılar. Hala öyleler bildiğim kadarıyla. Bir kere evine gittiğimi, bize çay ikram ettiğini ve son derece misafirperver davrandığını hatırlıyorum. Tabi o zaman ileride dünya çapında tanınan bir yönetmen olacağını bilmediğim için diğer cihangir entelijansiyasına karşı hissettiğim şeyden fazlasını hissetmemiştim. Asla parçası olamayacağım bir sınıfın temsilcisiydi. Salonunda oturmuş boydan boya uzanan kütüphanesine, ahşap mobilyalarına bakarken zamanın o evde nasıl rahatça ve güvenle soluk alıp verdiğine şahit oluyordum. Benim gibi annesi, babası göçmen, sosyal sermayesi zayıf biri ve hiçbir evde üç yıldan fazla kalmamış bir kiracı için böylesi bir yerleşiklik ve kaygısızlık bundan sonra Karun kadar zengin olsam bile ulaşamayacağım bir hayaldi.
Bir gün o salonda yeniden oturursam bütün bunları yine düşünürüm herhalde ama ek olarak Nuri Bilge Ceylan’ın çalışkanlığını, kararlılığını, kendine özgülüğünü de takdir ederdim.
Mehmet Eryılmaz’ın ajansı, yani nam-ı diğer Çan ajans, Beyoğlu’nda Küçük Parmakkapı sokakta tarihi eski bir binadaydı. Sonraki yıllarda aynı daire insan hakları derneği İstanbul şubesine ev sahipliği yapacaktı. Sinema hakkında en kayda değer eğitimimi o ajansta Eryılmaz’la çalışırken aldım. Daha sonra sinema üzerine lisans yapacak ve kendi filmlerimi çekecektim. Ama bir daha hiç o yıllardaki kadar yoğun çalıştığımı, şevkle okuduğumu hatırlamıyorum. Sabahın köründe yollara düştüğümüz çekim günlerini, setlerde ayaküstü yenilen poğaçaları, kurgu stüdyolarının gece ıssızlaşan koridorlarını, zihin açıcı entelektüel muhabbetleri ama daha da önemlisi kameranın gücünü fark etmeye başladığım o sihirli zamanları minnetle anmamak mümkün değil.
Eğer bir kadın olmasaydım ömür boyu asistan olmayı tercih ederdim sanırım. Ama anlatmam gereken başka hikâyeler vardı. Madem farklı dertlerimiz olduğuna inanıyordum o zaman kendi sözümün sıkıntısına katlanmam gerekecekti.