Antalya film festivalinin tarihi üzerine yazı yazmak için araştırma yapmaya başladığımda festivalin geçmişinin Aspendos Antik Tiyatrosu’nda düzenlenen güreş müsabakalarına kadar uzandığını gördüm. İlk anda, sinema gibi bir sanat dalıyla güreş gibi bir sporun aynı tarihsel çizgide yer alması tuhaf gözüktü. Ama konuya sanatın değil de siyasetin arenasından bakınca her şey daha anlaşılır hale geliyor.

1950 seçimleri öncesi, tüm ülkede olduğu gibi, iktidar partisi CHP ile muhalefet partisi Demokrat Parti’nin (DP) rekabeti Aspendos’un taş kemerlerinin altına da taşınır. Tarihi Aspendos Antik Tiyatrosu, bir anda güreş müsabakalarının mekânı olmaktan çıkıp miting alanına dönüşür. 14 Mayıs 1950 seçimlerinden hemen önce Antalyalı siyasetçiler burada kalabalıklara seslenir. Bu noktada bir ismi özellikle anmak gerek: Daha sonra Altın Portakal Film Festivali’ni başlatacak olan Antalya Belediye Başkanı Dr. Avni Tolunay, o dönem DP’nin Serik İlçe Başkanı’dır. Yani Aspendos’ta siyasal güreşleri tertip eden teşkilatın başında bulunan kişi, yıllar sonra Antalya film Festivali’nin kurucusu olacaktır. (1)
1950’lerdeki CHP–DP çekişmesi, Aspendos’taki güreş ve tiyatro gösterilerinin sadece birer kültürel şenlik değil, aynı zamanda siyasi rekabetin görünür hale geldiği birer gösteri olmasına yol açmıştı. Günümüze geldiğinde ve olaya film festivalleri açısından baktığımızda da durum çok farklı gözükmüyor. 2014 yılında Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek belgeseli ile başlayan Bakur ile devam eden en son Kanun Hükmünde belgeseli ile zirvesine ulaşan sansür vakalarında gördüğümüz gibi, organizasyonunun ana kurumu belediyeler olan film festivalleri ile merkezi hükümet arasında adeta bir güç savaşı yaşanıyor. 19 marttan beri CHP belediyelerine yapılan operasyonlar ve belediye başkanlarının (başka bir deyişle festival başkanlarının), tutuklanması ile mevzu artık kültür savaşlarını aşıp, başka bir boyut kazandı. Sinema konuşmanın önceliğini kaybettiği bir yer burası… En azından benim açımdan.
Yine de biraz daha zorlamak ve yazmaya devam etmek istiyorum. Çünkü bu çatışmaların özneleri sadece siyasetçiler ve sinemacılar değil. Seyircileri de unutmamak lazım.
18. yüzyılda yaşamış filozof Jean-Jacques Rousseau festivalleri yurttaşlık kavramı üzerinden değerlendirir. Tiyatroyu seyircileri pasif bırakan bir kurum olarak eleştiren J. J. Rousseau- bugün olsa muhtemelen sinema salonlarını da aynı şekilde eleştirecektir-, festivalleri tam tersine, yurttaşları bir araya getiren, onları aynı anda hem seyirci hem katılımcı kılan bir toplumsal deneyim olarak görür. Ona göre festival, ortak bir mekânda eşitlenmiş bedenlerin ve seslerin politik bir birliktelik yaşamasıdır. Bir eşitlik ve kendiliğinden ifade zamanı, nazik zevkle ahlaki kaygının birleştiği bir şeydir. (2) Başka bir deyişle Rousseau, sanatla hayatı bir araya getirme, sanatı seçkinlere özel gösterilerden kurtarma çabasındadır.
Günümüzün film festivalleri seyircisi ile kurduğu etkileşim bağlamında değerlendirildiğinde, seyirci kortejlerine, söyleşi, panel ve forumların varlığına rağmen J.J. Rousseau’nun hayal ettiği yurttaş festivali mi emin değilim. Ama sanatçılarla seyircilerin birbirine en çok yaklaştığı yer olduğu kesin. Güzelliği de ve -kimileri için- ürkütücülüğü de oradan geliyor herhalde.

J. J. Rousseau’nun yurttaş festivali belki hiçbir zaman tam anlamıyla gerçekleşmeyecektir. Çünkü -özellikle de çağımızda- bütün festivaller, kaçınılmaz olarak belli iktidar ilişkilerinin, sınırlamaların ve dışlamaların üzerinde kuruluyor. Ya da belki başka türlü bakmak lazım. Tam bir uyum, denge, eşitlik ve neşe aramamak gerekiyor festivallerde. Daha çok sınırların tartışıldığı, itirazların dile geldiği, neyin görünür olmasının istendiğine dair dikkat kesilmemiz gereken yerler olarak görmeliyiz buraları. Böyle bakınca Aspendos’ta güreş tutan pehlivanların alkışlarla desteklenmesi, bir sinema filmine verilen ödül, yaşanan protestolar, sansür krizleri ve güç oyunları da aynı gerçeğin parçası gibi gözüküyor. Bir ülke ne kadar demokratikse yurttaşları da festivallerinden anca o kadar özgürlük talep edebiliyor.
Antalya Film Festivali tarihi boyunca politik krizlerle, yasaklarla, hatta iptallerle karşı karşıya kaldı. Ama her defasında yeniden başladı. Bu da festivalin yalnızca bir organizasyon değil, aynı zamanda bir “hafıza mekânı” olduğunu gösteriyor. Aspendos’ta gerçekleşen güreş etkinlikleri, mehter takımı eşliğinde yapılan ilk festival kortejleri, köy enstitüleri müzik takımı ve halk oyunları ekibinin gerçekleştirdiği gösteriler, devlet tiyatrosu oyuncularının sergilediği Shakespeare oyunları ve nihayetinde 1964 yılında “Antalya Festivali”nin “Antalya Film Festivali”ne dönüşmesi, 1979’daki büyük sansür krizi, 1980’lerin yasaklı filmleri, ulusal sinema- toplumsal gerçekçi film tartışmaları, 2000’lerin yeni sinemacıları, 2025 yılında tutuklanan festival başkanları hepsi festivalin politik hafızasını oluşturuyor.
Bu yüzden Antalya Film Festivali’nin tarihini okumak, aynı zamanda Türkiye’de yurttaşlığın, kültürün ve politikanın tarihini yeniden okumaktır.
https://bianet.org/yazi/altin-portakal-in-kokleri-150431
Bu bilgiler Mustafa Üstün’ün “Altın Portakal’ın Kökleri” başlığında BİAMAG’de yayınladığı makaleden. Konuyla ilgili daha fazla bilgi edinmek isteyenler için iyi bir başlangıç olabilir.
Larry Schinner, SANATIN İCADI, Ayrıntı yayınları sf: 235